Tarihçe
Osmanlı Devleti’nde Modernleşme Girişimlerine
Bir Örnek: Lisan Mektebi
Sezai BALCI
Öz
Osmanlı modernleşmesinin önemli teşebbüslerinden biri de devlet memurlarının yabancı dil öğrenmeleri meselesidir. Osmanlı Devleti’nde tercümanlık gibi yabancı dil bilgisini gerektiren memuriyetler 1821’e kadar Fenerli Rum Beylere bırakılmış ve bu tarihten sonra da Müslümanlar bu göreve getirilmiştir. Tercüme Odası’nın 1860’lardan sonra Osmanlı idari teşkilatında yabancı dil öğretilen bir okul olma misyonunu yitirmesiyle Lisan Mektebi açılmıştır. Bu çalışmada, birçok defa açılıp kapatılan Lisan Mektebi’nin kuruluşu, ders programları ve öğretim kadrosu belgelere dayalı olarak incelenmiştir.
Giriş
XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde belirgin bir şekilde siyasi, idari, ekonomik, toplumsal ve askeri bakımdan duraklama başlamıştır. Bu duraklamayı takiben devletin bütün kurumlarında bozulma ile birlikte çözülme de ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti, XVII. yüzyılda batıda Almanlarla ve doğuda İranla uzun ve yorucu savaşlarla karşı karşıya kalmış, XVIII. yüzyılda bu savaşlara Rusya da katılmıştır. 1683 Viyana yenilgisini izleyen 16 yıl boyunca yapılan savaşlar ve kaybedilen topraklar bu bozulmayı daha da belirginleştirmiştir. XVIII. yüzyılın başından itibaren Osmanlı yönetimi kaybedilen toprakları kazanma arzusuna kapılmış, savaşlarda görülen başarısızlık askeri sınıfın yerine kalemiye memurlarının önem kazanmasına yol açmıştır. Özellikle Reisiülküttap Mehmed Rami Efendi’nin Sadrazamlığa atanması bunun en önemli ve en belirgin göstergesidir.
Lale devrinde devlet Batı’ya açılmış Paris, Viyana, Varşova ve Rusya’ya yollanan elçiler yalnızca diplomatik görüşmelerde değil Batı diplomasisi, kültürü, sanatı, sanayii, tarımıyla birlikte askeri ve teknolojik gücü hakkında bilgi edinmeye ve bunları birer rapor halinde sunmaya başlamışlardır. Bu raporlar içinde en önemlisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin sefaretnamesidir. Aynı zamanda Lale devri Osmanlı düşünce hayatının uyanışına da zemin hazırlamıştır. Bu dönemde edebi eserler başta olmak üzere kültürel ve bilimsel eserlerin Arapça ve Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmesi için çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde matbaanın açılması ve sayısı az da olsa kitap basılması, Yalova’da ilk kâğıt fabrikasının kurulması önemli adımlardır.
Osmanlı modernleşmesinin ilk ciddi teşebbüsü III. Selim’le başlayan Nizam-ı Cedid hareketidir. III. Selim, XVIII. yüzyıl ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş, veliaht iken ihtilal öncesi Fransası’nın son kralı olan XVI. Louis ile mektuplaşmış ve ondan tavsiyeler almıştır. Nizam-ı Cedid ıslahatı ilk önce askeri alanda görülmüştür. Deniz Mühendishanesi’nin yanında Humbarahane (1792) ile Mühendishane-i Berr-i Hümayun (1794) okulları açılmış, bu okullarda ders vermeleri için başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesinden yabancı uzmanlar getirilmiş ve Arapça’nın yanında Fransızca mecburi ders olarak okutulmaya başlanmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren askeri reformun ihtiyaçları yalnız yabancı uzmanların görevlendirilmesini değil, Batılı matematik ve diğer bilimsel eserlerin çevrilip basılması yolunu da açtı. Artık Osmanlılar yeni bilgilerini bir zamanlar aşağılamaya alışık oldukları “barbarların dilleriyle” öğrenmek
zorundaydılar.
III. Selim’in önemli bir modernleşme girişimi de 1793’te ilk daimi elçiliklerin Londra Viyana, Berlin ve Paris’te açılması olmuştur. Bu elçilik maiyetlerinde bulunan memurların bir kısmı Mahmut Raif Efendi ve Seyyit Mustafa gibi başta Fransızca olmak üzere bazı Batı dillerini, Batı toplumunun yaşam tarzlarını öğrenmişler, Avrupa’da hüküm süren devrimci fikirleri yakından tanımışlar ve Avrupa’nın çeşitli kesimleriyle ilişkiler kurmuşlardır. Böylece yüzleri Batı’ya dönük aydın bürokrat tipinin tohumları atılmıştır. Bu zamana kadar dış politikanın yürütülmesinde birinci derecede aracı olan yerli Hristiyanların yanında Türklerin de yer almalarını sağlayacak ve gittikçe onların yerini dolduracak olan bir gelişmeye giden yollar açılmıştır. Avrupa ile devletin doğrudan doğruya teması demek olan bu teşebbüs Tanpınar’a göre “Batı’yı görmüş devlet adamları yetiştirmenin o devir için en iyi yolu”ydu.
Yabancı dildeki bu gelişmelerle birlikte Osmanlılar Batı dilleriyle ilgili bilgi edinme ve Avrupa’daki olaylar ve ilişkilerden haberdar olma konusunda hâlâ Divan-ı Hümayun Tercümanları’na bel bağlamak zorundaydılar. Bu durum 1821’de patlak verecek olan Yunan İsyanı’na kadar devam edecektir. XIX. yüzyılın ortalarında bir Avrupa dilini bilmek, hükümet nezdinde bir kariyer elde etmeyi amaçlayan genç Türkler için vazgeçilmez bir nitelik haline gelecek ve bu dillerin öğrenildiği Tercüme Odası terfi ve iktidar olma yolunda ordu ile sarayın yanında yerini alacaktır.
1.Osmanlılarda Dil Öğrenme Geleneği
Osmanlı Devleti’nde yabancı dil öğrenme geleneği üzerinde durmak yerinde olacaktır. Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi Asya ülkeleri yabancı dil bilen memurlar yetiştirip, ülkelerinin eğitim programlarında Türkçe gibi Şark dillerini okuturlarken Osmanlı Devleti tercümanlık kurumu başta olmak üzere yabancı dil bilgisi gerektiren memuriyetleri Rum-Ortodokslara emanet etmişti. Divan-ı Hümayun Tercümanları’nın birçok kez Fransız, Rus
kliklerine ayrılmalarına ve onlarla işbirliği etmelerine rağmen bu konuda önemli bir adım atılamamıştır. Ancak 1821’de Rum isyanı ile Rumlar görevlerinden uzaklaştırılmış ve tercümanlıklara Türkler getirilmeye başlanmıştır. Bu durumda Osmanlılar niçin bu tarihe kadar bu memuriyetleri üzerlerine almamışlardır? Ya da niçin dil bilenler bu görevlere
getirilmemiştir? Osmanlılarda dil bilenler yok muydu? Osmanlılar niçin yabancı dil öğrenmemişlerdir? Osmanlıların yabancı dil öğrenmeme sebepleri arasında, Osmanlıların üstünlük duygularına kapılmaları, Batı ile ticaretin azlığı, içe kapalılık, kendi kendine yetme ve dini-ideolojik gerginlik gibi nedenler sayılabilir.
Osmanlıların üstünlük duygusuna kapılarak kendi sistemlerinin dünyadaki öbür sistemlerden daha üstün olduğuna inanmaları Osmanlı devlet adamlarında Avrupa devletlerini “aşağı görme telakkisi”ni yaratmıştır. Osmanlıların uluslararası sistem içindeki gücüne ve üstünlüğüne dayanarak Batı’nın görüş ve düşüncelerini öğrenmek gibi bir kaygısı olmamıştır. Osmanlıların bu üstünlük duygusu İslâmî bir temelle de desteklenmiştir. İslâm hukukuna göre dünyanın “darül-harp” ve “darül-İslâm” olarak algılanması da Osmanlı ile Batı arasında kesin çizgiler çekmiştir. Hristiyanlık ile İslâmiyet’in Akdeniz ve çevresinde, savaşta ve barışta defalarca temaslarına rağmen, Rönesans ve Reform hareketleri Müslüman milletleri arasında hiçbir karşılık bulmamıştır. Hümanizm, akıl çağı, ticari devrim, sanayi devrimi, tarım devrimi Osmanlı’ya yansımamıştır. Üstünlük duygusu kısmen İslâm dünyasının dışında olup bitenleri
küçümsemeyi de beraberinde getirmiştir. Bu küçümsemenin kaynağı da
geleneksel anlayış ve uygulamalar oluşturmuştur.
Osmanlının hemen yanı başında bulunan Batı’yla bağlarını kesmesi ve içine kapanması yaratıcılığını yitirmesine neden olmuştur. Fakat burada Osmanlıların Peygamber’in “kâfirlere karşı onların silahlarıyla savaşmanın mübâh” olduğunu bildiren sözlerine dayanarak savaş zamanlarında Avrupa’ya özgü uygulamaları benimsediklerini de belirtelim.
Türkler Asya’dan Ortadoğu’ya gelip burada bin yıl boyunca hâkimiyet kurmalarıyla Arapça ve Farsça yanında üçüncü bir “ana İslâmî dil” oluşturmuşlardır. Daha önce değişik bir alfabe kullanmış olan Türkler, artık Arap alfabesi ile yazılan ve Arapça ile Farsça’dan oldukça çok kelime devşirilmiş olan yeni bir Müslüman Türkçesi ortaya çıkarmışlardır. Eğitim görmüş tüm Osmanlı yönetici/aydınların temel formasyonu Arapça ve Farsça olmuştur. Kültürlü bir Osmanlı efendisi için yabancı dil bilmek şart olmakla birlikte ve geçerli diller Arapça ve Farsça’dır. İleri düzeyde bir Osmanlı aydını/yazarı/tarihçisi olan Gelibolulu Mustafa Ali’nin Osmanlıların yükselme devrinde konu ile ilgili şu sözleri oldukça ilginçtir: “Faraza lisan-ı Arabî tekemmülü farz veya vacip olsa ve Farisi istimali sünnet-i seniyye makamında kıyam bulsa lisan-ı Türkî telaffuzu müstehab…”.
Osmanlıların yabancı dil öğrenememelerinin altında yatan sebep dini gerekçeler olmadığı halde, dine, dini taassuba dayandırılmıştır. Hemen hemen bütün araştırmalar bu yöndedir. Aslında bunun kaynağı İslâm hukukunda bir Müslüman’ın, “diyar-ı küfr” olan Hristiyan memleketlerinde uzun süre oturmalarının hoş karşılanmamasıydı. Dolayısıyla bu durum yabancı dil öğrenimine de yansımıştır. Bu açıdan dinsel bağlamda bir Batı dilinin ve yazı sisteminin öğrenilmesi Müslümanları dinden çıkarma tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Böylece İslâmi gelenek Osmanlı’nın
Batı’yı kendisine uyarlama çabasına ket vurmuştur.
Osmanlılarda yabancı dil meselesi üzerinde yapılan yorumlardan biri de “bir milleti taklit eden onlardan biri olur” anlayışının Batılı uygulamaları taklit etmek ve bununda bizatihi küfre ve İslâm’a ihanet olarak anlaşılmasıdır. Hatta büyük Şeyhülislâmlardan Ebussuud Efendi’nin şu iki fetvası bu konuda oldukça açıktır. “Mesele: Padişah-ı âlem-penâh hazretleri bir diyarı feth ettikte bazı Müslümanlar ol diyarda mütemekkin olup, ol diyarın dilince tekellüm eyleseler şer’an nesne lazım olur mu? El-cevap: Gayet muztar olup ehl-i İslâm’a dini tefhime kadir olmayıp mühim olan maslahatı ilâm edince ruhsat vardır. Soru: Müslim kâfir dilince zaruretsiz tekellüm eylese, nikâhına zarar olur mu? Cevap: Zararı mahzdır. Küfrüne hükme olunup avreti tefrik olunmaz.” Görüldüğü üzere devletin en güçlü devrinde yapılan bu yorumun, yabancı dile karşı takınılan bu olumsuz tavrın sebebi aşırı güven ve Batı’yı küçümseme zihniyeti ile açıklanabilir.
Yine XVII. yüzyılın ikinci yarısında bir Fransız soylusuna esir düşen Süleyman adındaki Mısırlı bir yeniçeri, geri dönüşünden sonra kaleme aldığı eserinde Hristiyanlara yakınlık beslemekle suçlanacağını düşünerek deneyimlerini dile getirmekten çekindiğini anlatmaktadır. III. Selim devrinde Osmanlı Devleti’nin modernleşmesi sürerken Vak’anüvis Asım Efendi’nin Fransızca öğrenenleri “bazı kısa akıllılar” olarak nitelendirmesi Osmanlı aydınlarının meseleye bakış tarzını göstermektedir. Yabancı dil öğrenme meselesi hakkında Tanzimat devrinde büyük adımlar atılmış olmasına rağmen hâlâ “ecnebi bir lisan okumak ulemaya menafi görülmekte olduğundan” Ahmet Cevdet Paşa gizli gizli Fransızca çalışırdı. Yine Sadrazam Said Paşa, Fransızca öğrenmeye çalıştığı sıralarda, Ayasofya Camii’nde ders dinlerken Fransızca Elifba’sını düşürmesiyle arkadaşlarından birinin “aman koynuna sok, arkadaşlar görürse dayak atar” demesi bu taassubu açıkça gözler önüne sermektedir.
Hâlbuki Hz. Muhammet, Yahudilerle yapılan antlaşmalar ya da onlar tarafından gönderilen mektupların İbranice veya Süryanice yazılmış olmasından dolayı kâtibi Zeyd b. Sabit’ten İbranice ve Süryanice öğrenmesini istemiştir. Bu durumda yabancı dil öğrenmeme alışkanlığı İslâm dini anlayışından çok dini taassubun bir sonucu olarak gözükmektedir. Ortaylı, Osmanlıların yabancı dil öğrenememelerinin sebebini sadece üstünlük ve gururla açıklanamayacağını, bunda birazda Osmanlı tüccar gruplarının uluslararası ticarette yaygın olarak faaliyet gösterememesi olarak yorumlamıştır.
İslâm dünyasının Batı dillerine karşı gösterdiği duyarsızlık sadece Osmanlılarla sınırlı kalmamıştır. Endülüs’te bile bu ilgisizlik mevcuttur.
Osmanlılar gayrimüslim dilleri öğrenmeyi reddetmiş olmalarına rağmen sayısı azda olsa Batılı dillerde yazılmış eserlere başvurmuşlardır. Fakat batılı kaynaklara başvuranların sayıca az olmaları ve etraflarında eğitilebilecek bir grubun olmaması ayrıca bir talihsizliktir. 1640 yılına kadar hiçbir Osmanlı tarihçisi batılı yazarların Osmanlı Devleti üzerine neler kaydettiklerini dikkate almamıştı. İlk kez İbrahim Peçevi (1574-1650) bu konuda Macar tarihçilerine başvurmuştur.
Yine Peçevî gibi XVI. yüzyılın seçkin okumuşlarından Feridun Bey, Hasan b. Hamza ve Ali b. Sinan’a bir Fransa tarihi tercüme ettirmiştir. XVII. yüzyılın sonunda Latince, Yunanca, Fransızca bilgisiyle Hezarfen Hüseyin Efendi Batı kaynaklarından yararlanmış Tenkihü’t-Tevarih-i Mülûk adlı dünya tarihinin Yunan, Roma, Bizans’la ilgili kısımlarını Yunanca ve Latince den çevirttirmiş, çağdaşı olan Kont Marsigli, Dimitri Cantemir, Galland gibi Avrupalı âlimlerle görüşmüş, fikir alışverişinde bulunmuştur.
Batılı eserlerden faydalanan Osmanlı aydınları arasında Kâtip Çelebi de anılmalıdır. Kâtip Çelebi, Düstûrü’l-Amel’e zeyl olarak kaleme aldığı İrşâdü’l-Hayara ila Tarihi’l-Yunan ve’n-Nasara adlı küçük eserinde Hristiyan Avrupa’nın gittikçe kuvvet kazanmasına karşın, İslâm tarihçilerinin bu âlemi boş ve yanlış sözlerle tasvir etmesine üzülerek din kardeşlerini, “gafletten uyandırmak” için bu kitabı yazdığını belirtmiştir. Kâtip Çelebi’nin Avrupa tarih ve coğrafyasıyla uğraşması onu Avrupa kaynaklarını incelemeye sevk etmiş ve Fransız rahibi iken Müslüman olan İhlasî Mehmed Efendi de kendisine yardımcı olmuştur.
Osmanlı Devleti, diplomatik ilişkilerin “vazgeçilmezi” olan Divan-ı Hümâyûn ve Donanma Tercümanlıkları’nı Rum Ortodoks Fenerli Beylere bırakmıştı. Fakat zaman zaman bu tercümanların sadakatlerinden emin olunamıyordu. İmparatorluk eğitim sisteminde de yabancı dil okutulmadığı için bu tercümanlara mecbur kalınıyordu.
Bu durum 1821’de açılmış olan Babıâli Tercüme Odası’na kadar sürmüştür. Babıâli Tercüme Odası’nın açılmasıyla tespit edebildiğimiz ilk nizamnamesi 17 Aralık 1824’te yapılmıştır. İlk defa Lisan Mektebi denemesi bu tarihte yapılmıştır. Buna göre Babıâli Tercüme Odası ilk kuruluş yıllarında biri Beylikçi Efendi’nin nezaretinde dil öğrenecek memurların devam ettiği Lisan Odası ve diğeri de buradan mezun olup tercüme işleriyle meşgul olacak mütercimlerin çalıştığı Tercüman Odası olmak üzere iki birimden oluşmaktaydı. Lisan Odası’nda dil öğrenen memurlar, mütercim olarak Tercüman Odası’na alınır ve burada eksikliklerini tamamlarlardı. Bu mütercimler Tercüman Odası’nda tercümeleri “tebyiz” ve ceridelere kayd etmek ve boş kaldıklarında birbirleriyle Fransızca konuşup dil bilgilerini ilerletmek zorundaydılar. Tercüman Odası’nda çalışan memur bir başka göreve atandığı zaman yerine Lisan Odası’ndan diğeri atanacak ve böylece Tercüman Odası bağımsız bir birim haline getirilecektir. Tercüman Odası’nda tercüme edilen evrakın eskisi gibi kaybolmayarak kaydı tutulacak,
evrakın müsvedde ve asılları torbalarda muhafaza edilecekti. Tercüman Odası mensuplarına ait olan maaşlar da kişilere değil memuriyetlerine ait olacaktı. Tercüme Odası’nda çalışan mütercimler izinsiz olarak göreve gelmediklerinde ya da tercüme ve tekellüme “ez can-ı dil” çalışmadıkları zaman Oda’dan atılacak ve yerine Lisan Odası’ndan diğeri atanacaktı.
Tercüme Odası’nın çalışmaları Başhoca İshak Efendi ve Zenob’un idaresi altında 1824’teki yenilikler doğrultusunda beş yıl daha devam etmiştir. Yahya Naci Efendi ile birlikte hepsi Mühendishane kökenli olan bu tercümanları Findley “marjinal kimseler” olarak nitelendirmiştir.28 Bununla beraber Zenob’un idaresi altında bulunan “Lisan Odası” vasıflı tercümanlar yetiştirmek bakımından pek başarılı olamamıştır. Lisan Odası’nda 500 kuruş
maaşla ders veren Ermeni Zenob’un derslerini takip edenlerin “şimdiye kadar tekellüme muktedir olamayıp bir semere hâsıl olamamış” olması, Zenob’un “Katolik habislerinden” olması ve “bedhah gürûhundan” bulunmasıyla Zenob’un Babıâli’ye gelip gitmesinin mahsurlu olacağı düşünülerek görevinden alınmış ve İstanbul’dan sürülmesine karar verilmiştir. Yine aynı belgede Tophane-i Amire’de de Fransızca öğretilmekte olduğundan bahsedilerek Lisan Odası’nın gereksiz olduğuna karar verilmiştir.
2. Lisan Mektebi’nin Açılması
Bugün İstanbul Cağaloğlu Moda Tasarımı Anadolu Meslek Lisesi olarak kullanılan Lisan Mektebi hakkında bugüne kadar züstakil bir çalışma yapılmamıştır. Sadece Osman Nuri Ergin’in Türkiye Maarif Tarihi adlı eserinin ikinci ve üçüncü ciltlerinde kısmen bahsedilmekle beraber önemli bilgilerde verilmiştir.30 Ergin’in bu çalışmasından sonra Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış adlı eserinde Lisan Mektebi’nden bahsetmiş fakat konuya herhangi bir yenilik getirmemiştir. Konuyla ilgili olarak üçüncü bir çalışma da Cavide Işıksal’ın “Türkiye’de Açılan İlk Yabancı Dil Okulları” adlı makalesindeki iki arşiv belgesinin transkripsiyonudur.
Babıâli Tercüme Odası’nın zamanla, Osmanlı Devleti’nin idari teşkilatında yabancı dil öğretilen bir okul olma misyonunu yitirmesiyle Lisan Mektebi’nin açılması gündeme gelmiştir. Lisan Mektebi’nin açılması hakkında ilk teşebbüsü Maarif-i Umumiye Nazırı Kemal Efendi yapmıştır. 3 Mart 1866 tarihli tezkeresinde Kemal Efendi, rüşdiye mekteplerinde Arapça ve Farsça’nın okutulduğunu Fransızca öğrenmek isteyen bazı öğrencilerin Galata ve Beyoğlu’nda bulunan yabancı okullara gittiklerinden bahsederek “bazı muamelatça görülen lüzum üzerine” Lisan Mektebi’nin açılmasının zaruretini dile getirmiştir. Kemal Efendi ayrıca bu okulun Hariciye Nezareti kalemlerine girecek olan memurlara da faydalı olacağı görüşündedir.33 Böylece okulun açılması için ilk adımlar atılmıştır. Okul başlangıçta Mahrec-i Aklâm Mektebi’nin içinde açılmış ve okulun ilk öğrencileri de Mahrec-i Aklâm ve Darü’l-Maarif mektepleri
mezunlarından sınavla seçilen 20 kişilik bir grup olmuştur. Ayrıca okulun yıllık bütçesi de 25 bin kuruş olarak öngörülmüştür. Maarif-i Umumiye Nazırı Kemal Efendi’nin bu tezkeresine 26 Mart 1866’da verilen onayla Lisan Mektebi, 20 kadar öğrenci ile birlikte eğitim hayatına başlamıştır.
Bu ilk dönemde Lisan Mektebi’nin dersleri ve hocaları hakkında çok fazla bilgiye sahip olmamakla birlikte okulda sadece Fransızca öğretildiğini biliyoruz. Haziran 1867’de Maarif ve Maliye nezaretlerine yazılan bir yazıda okulun ikinci yılında mektebe 15 öğrenci daha alınacağından bahsedilerek okulun 25 bin kuruş olan tahsisatı da 40 bin kuruşa
çıkarılmıştır. Yine aynı tarihte yapılan bir düzenleme ile okula devam eden ve devamsızlık yapmayan öğrencilere istedikleri kalemlere memur olmaları usulü de getirilmiştir.35 Bu uygulamayla öğrencilerin verimliliklerinin arttırılacağı düşünülmüştür. Bu amaçla öğrencilere “varaka-i müşevvike” olmak üzere birer kıt’a rü’ûs-ı hümâyûn verilmesi de kararlaştırılmış ve 29 Haziran 1867’de 12 öğrenciye rü’ûs verilmiştir. Bu tarihte okulun Fransızca öğretmeni olarak sadece Adosidi Efendi’nin adı geçmektedir.
Lisan Mektebi ilk baslarda sadece Fransızca öğretimi için açılmışsa da Osmanlı bürokrasisinin pratik ihtiyaçları için okula yeni dersler de ilave edilmiştir. Özellikle Düstûr’un Rumca, Bulgarca ve Ermenice’ye çevrilmesi gerektiğinden o sırada Maarif Nazırı bulunan Subhi Efendi, Rumca ve Bulgarca sınıflarının açılmasını istemiştir. Subhi Efendi’nin bu önerisi Meclis-i Vâlâ’da görüşülerek Lisan Mektebi’ne bir Rumca sınıfının açılması kararlaştırılmış ve Rumca sınıfının öğretmenliğine 5 Aralık 1867’de 700 kuruş maaşla İstatistik Kalemi Mütercimi Kostaki Efendi atanmıştır. Meclisi Vâlâ’da örgencilerin eğitimlerini aksatmaması ve verimliliğin düşmemesi için açılacak olan Rumca sınıfının Fransızca sınıfından ayrı tutulmasına da karar verilmiştir. 7 Kasım 1867’de Bulgarca sınıfı öğretmenliğine Mekteb-i Tıbbiye örgencilerinden Dimitri Efendi 400 kuruş maaşla atanmıştır. Rumca ve Bulgarca öğretmenlerinin atanmasından sonra 19 Ocak 1869’da 1200 kuruş maaşla Fransız Dö Mantran Roj, İnşa muallimliğine atanmıştır. Lisan Mektebi’nin örgenci sayısını ve öğretmen kadrosunu sâlnâmelerden takip etmek mümkündür. 1286 (1869) Devlet Sâlnâmesi’ne göre okulun öğrenci sayısı 66, Müdürü Cemal Bey, Mektep Müfettişi Dolis, birinci sınıf muallimi Adosidi, ikinci sınıf muallimi Berdu Motnat Roj, üçüncü sınıf muallimi Osman Efendi’dir.42 Bu öğretmen kadrosuna 1870’de Baron, İstimtaki ve Gatban Efendiler de eklenmişlerdir. 4 Eylül 1867’de yani okulun açılmasından iki sene sonra Lisan Mektebi’nin tamir ve mefruşatına7746 kurusun harcanması okula verilen önemin bir göstergesidir.
İlk defa açılan Lisan Mektebi ile ilgili olarak bilgilerimiz bununla sınırlıdır. Okulun ne zaman kapatıldığını bilmiyoruz. Arşivde yaptığımız araştırmalarda ve konu ile ilgili eserlerde herhangi bir bilgiye ulaşamadık.
3. Lisan Mektebi’nin İkinci Defa Açılması
Lisan Mektebi’nin 1879’da yeniden açılması Ahmed Arifi Pasa’nın tezkeresi üzerine olmustur. 24 Eylül 1879’da Sadrazam Ahmed Arifi Pasa tezkeresinde devlet idaresi için bir “Elsine Mektebi”nin açılması gerektigini, okulun ögretmen, ögrenci, hademeleri ve diger masrafları için ilk dört yılında her ay 8150 kurus para ayrılacagını ve dört sene sonra bu miktarın aylık 27.900 kurusa çıkacagını, Sura-yı Devlet Tanzimat Dairesi’nce 1 Mart 1879’da hazırlanan altı maddelik nizamnamesinin kabul edildigini ve bu dil okulunun açılması sırasında kaldırılması düsünülen egitim kurumlarının ıslah edilerek kaldırılmaktan vazgeçildigini belirterek durumu Padisah II. Abdülhamit’e arz etmis ve II. Abdülhamit de bu okulun programına Fransızca gibi Arapça’yı da mecbur tutarak onaylamıstır. Okulun altı maddelik nizamnamesine göre okulun ögrenim süresi dört yıl olacaktı. Arapça ve Fransızca ile inşa dersleri mecburi tutulmasının yanı sıra Rumca, Slavca, Ermenice, İngilizce, Almanca ve Rusça da programa dâhil edilmiştir. Bu dillerden Arapça ve Fransızca yanında her ögrencinin Rumca ve Ermenice’yi de ögrenmeleri mecbur tutulmus, diger dillerin ögrenimi ise ögrencilerin istegine baglı olması kararlastırılmıstır. Okula örgenci alınırken “mekâtib-i resmiyeyi” bitirenler diplomalarıyla ve bitirmeyenler de sınavla alınacaklardı. Yine Lisan Mektebi’ni bitiren ögrenciler, sefaret maiyet memurlukları, çesitli nezaretlerin Tercüme odaları, sehbenderlikler, demiryolları idaresi, vilâyet tercümanlıkları gibi devletin ihtiyaç duydugu ve yabancı dil bilgisi gerektiren memuriyetlerde istihdam olunacaklardı.
Bu nizamnameye göre Lisan Mektebi’nin programına Arapça ve Farsça’nın konulmasını, yani neredeyse bin yıldır bir metod içinde öğretilememiş olan bu iki dilin artık Fransızca gibi öğretilmeye çalışılmasını Ergin haklı olarak eleştirmektedir.
4. Lisan Mektebi’nin Üçüncü Kez Açılması
8 Ekim 1883 tarihli bir belgede yeni bir Lisan Mektebi’nin açılmasından bahsedildiğine göre önceki okul kapatılmış olmalıdır. Yeni Lisan Mektebi de daha öncekiler gibi devletin pratik ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla açılmıştır. Açılış gerekçesinde Babıâli Tercüme Odası’nda bulunan mütercimlerin azalması ve bu yüzden birçok evrakın gecikmesi, Tahrirat-ı Hariciye Odası’nın yetersiz kalması, Fransızca bilen memurların da kalemlerinden başka görevlere atanarak yabancı dil bilen Hariciye Nezareti personelinin sayısının azalması gibi nedenlere yer verilmiştir. Bu amaçla Lisan Mektebi’ne öncelikle Babıâli Tercüme Odası ve Mektûbî-i Hariciye Odası’nda bulunan ve yasları 25’i geçmeyen memurların alınmaları düşünülmüştür. Bu kalemlerin yanı sıra diğer kalemlerden de isteyenler okula devam edebileceklerdi. Okulun eğitim süresi beş sene ve sınıf sayısı da beş olarak düşünülmüştür. Lisan Mektebi yine Hariciye Nezareti’ne bağlı olacak ve hocalarına da aylık dokuz bin kuruş maaş ödenecekti. 1303 (1886) Devlet Sâlnâmesine göre mektep gündüzleri açık olacak ve isteyen örgenciler parasız olarak okula devam edeceklerdi.
Okulun yeniden açılmasıyla birlikte okulun usul-i tercüme birinci muallimliğine sadece sabahları devam etmek üzere 1200 kuruş maaşla Babıâli Tercüme Odası Müdürü Ahmed Bey, Fransızca Muallimliğine 2000 kuruş maaşla Mösyö Namziye ve sabahları sadece üç saat ders vermek üzere 1400 kuruş maaşla Pravni (Proni) ve okulun müdürlüğüne de 800 kuruş maaşla Divan-ı Hümâyûn Kalemi hulefasından Nebih Efendi atanmıştır. Bunların dışında sabahtan aksama kadar ders vermek için 1600 kurus usul-i tercüme ikinci muallimliği ve 2000 kuruş maaşla Fransızca birinci muallimliklerine de birer kadro tahsis edilmiştir.
6 Mart 1885’te Osmanlı Devleti’nin dış iliksilerinde önemli rol oynayan elçilik maiyetlerinde sırkâtip, ataşe, şehbender ve kançılaryada istihdam olunacak memurlar ile Hariciye Nezareti’ne yeni girecek memurların Fransızca bildiklerine dair ya Lisan Mektebi’nden ya da diğer okullardan diploma almaları kararlaştırılmıştır. Bu sırada bütün genç memurların Lisan Mektebi’ne girmeleri ve dil öğrenmeleri için dairelerce tevsikler yapılmıştır. Böylece Lisan Mektebi’ne gösterilen özen ve titizlik kısa sürede kendini göstermiş ve okulun birinci sınıfına 160 öğrenci kaydını yaptırmıştır. Okula gösterilen bu rağbet sonucu birinci sınıf 12 Ocak 1885 tarihinde iki şubeye bölünmüş ve ikinci şube muallimliğine Babıâli Tercüme Evrak Odası Muavini Konstantin Efendi atanmıştır.
Bu amaçla da Lisan Mektebi inşaatı için dört ev ile iki arsa da devlet tarafından istimlâk edilmiştir. Böylece yeniden düzenlenen Lisan Mektebi’nin, 5 Kasım 1883’te Cağaloğlu’nda Maarif Nezareti’nin malı olan Arif pasa arsasına 250 bin kuruş masrafla yaptırılması kararlaştırılmıştır. Bu sırada Lisan Mektebi’nin giriş kapısına Padişah II. Abdülhamid’in tuğrası ile “Heza Mektebü’l-Lisan ismü’l- Sultanü’l- Gazi-yi Abdülhamid Hanü’l-Sani Halidullah-ı Mülk ve İd-i Saltanat 1302” şeklinde tarih de düşürülmüştür.
Bu sırada “derdest insa olunan” Lisan Mektebi’ne ilave edilmek üzere istimlâk edilmesi gereken evlere ve arsalara ödenecek olan para Şehr Emaneti Meclisi Reisi Remzi Efendi ile İnşaat Dairesi Muavini Abid Pasa tarafından 2630 lira olarak kararlaştırılmıştır. Bu istimlâk isinin gerekçesi de okulun çevresinde bulunan evlerin okula yaklaşık bir buçuk arsın mesafede olması ve olası yangın tehlikesinden kaynaklanmıştır.
13 Temmuz 1886’da Maarif Nazırı Saffet Pasa zamanında Lisan Mektebi inşaatına ayrılan 250 bin kuruşluk ödeneğin yetmemesi üzerine okul inşaatının bitimine kadar haftalık olarak 30 bin kurusun Bab-ı Vâlâ-yı Seraskeri İnşaat Dairesi’ne yatırılması kararlaştırılmıştır.
Lisan Mektebi eğitim ve öğretime devam ederken bazı öğrencilerin okula devam etmedikleri anlaşılmış ve bunların memuriyet yaptıkları ilgili dairelere uyarılarda bulunulmuştur. Yapılan bu uyarıların etkisi olsa gerektir ki okulun öğrenci sayısı 1303 Devlet Sâlnâmesi’ne göre 550’ye çıkmıştır.
14 Ocak 1886’da Lisan Mektebi muallimlerinden Mösyö Proni görevini bırakmıs ve yerine Mekteb-i Sultani Muallimi Mösyö Perad atanmıştır.
1 Şubat 1886’da okulun dördüncü yılı bitmiş ve besinci sınıfı açılmıştır. Besinci sınıf öğretmenliğine de üçüncü ve dördüncü sınıf muallimi Pirar, dördüncü sınıf muallimliği uhdesinde kalmak üzere getirilmiştir. Bu sırada ikinci sınıfın ayrı bulunan iki şubesi birleştirilerek öğretmenliğine birinci şube öğretmeni Kostaki Efendi, ikinci şube öğretmeni Danis Efendi de Mösyö Döbova’dan münhal kalan üçüncü sınıf muallimliğine atanmıştır.